1. İçeriğe git
  2. Ana menüye git
  3. DW'nin diğer sayfalarına git

2004 yılı ekonomisi

Andreas Becker24 Aralık 2004

Durgunluk yıllarının geride kaldığı söylenebilir mi? Dünyanın hangi bölgelerinde ekonomik büyüme hızı artıyor? Dünya ekonomisi açısından önemli gelişmeler hangileriydi? DW’den Andreas Becker dünye ekonomisinin 2004 yılı bilançosunda bu sorulara cevap aradı.

https://p.dw.com/p/AbeI

Dünya ekonomisinin morali bazı istisnalar dışında üç yıldır oldukça bozuktu. 2004’te durum biraz olsun düzeldi. BM Ticaret ve Kalkınma Teşkilatı UNCTAD ve Uluslararası Para Fonu’nun tahminlerine göre global ekonomik büyüme hızı yüzde 4 ila yüzde 5 oldu. Güney ve doğu Asya ülkeleri yüzde 7'lik ortalama büyüme hızıyla başı çekiyorlar.

Çin büyülüyor

Bu ülkelerden biri var ki, bütün dünyanın gözü ve kulağı onda. Çin Halk Cumhuriyeti ekonominin nurlu ufku sayılıyor. Bütün şirketler muazzam pazar potansiyeli ve düşük ücretleriyle göz kamaştıran Çin’e akın ediyorlar. Üç yıl önce Dünya Ticaret Teşkilatı’na üye olan Çin’e el atmayan şirket, yarışı kaybetmiş sayılıyor. Almanya Başbakanı Gerhard Schröder, Çin’de iş yapmak isteyen yerli şirketlere yardımcı olmayı vatanperverlik sayıyor:

“Almanya gibi ihracata bağımlı bir ülkenin Başbakanı’na da Alman şirketlerine Çin pazarında yardımcı olmak düşer.”

Çin Başbakan Yardımcısı Zeng Peiyuan da Alman şirketlerinin Çin’deki başarısının küçümsenemeyeceği görüşünde:

“Ülkelerimiz arasındaki ikili ticaret hacmi bu yılın ilk on ayında 44 milyar dolara dayandı. Geçen yılki rakkamın çok üzerindeyiz. Bu rakkam hemen hemen Çin’in bütün AB ile yaptığı ticaretin üçte birine tekabül ediyor. VW, Siemens, BASF, DaimlerChrysler ve BMW şirketler Çin’de kurdukları üretim tesisleri sayesinde büyük ilerleme sağladılar.”

Çin'deki değişim sorun yarattı

Bu heyecan, Çin’deki hızlı değişimin bir çok probleme de yol açtığını unutturdu. Çin’in toplam refahı artarken zenginlerle fakirler arasındaki uçurum daha da büyüdü. 2004 yılında grevler artı, sosyal huzursuzluk başladı, isyanlar çıktı. Pekinli ünlü sosyoloji profesörü Mao Şulong, eskiden sosyal adaletin garantörü sayılan devletin giderek sorumluluktan sıyrıldığını söylüyor:

“Son 20 yılda reformlar bize çok şey kazandırdı. Ama refah ve gelir dağılımının bozulmasına da yol açtı. Sonunda çelişkiler ülkesine döndük. Yerel yönetimlerin geliri azalırken, sosyal yardım harcamaları artıyor. Belediyelerin borçlarına paralel olarak sosyal gerginlik te tırmanıyor. Siyasi sorumlular büyük bir beklenti baskısı altındalar. Sorunlara bir an önce barışçı çözüm bulunamaz ise, şiddet olaylarının patlak vermesi kaçınılmaz olur.”

Avrupa Çin'in gerisinde kaldı

2004’te Çin’in ekonomik büyüme hızı yüzde 9’u bulurken Avrupa yüzde 2’de kaldı. Amma Avrupalılar memnun. Yıllardır sıfır büyümeyle yetinmek zorunda kaldıklarından ‘bu oran bile hiç yoktan iyidir’ diyorlar. Uluslararası Para Fonu Avrupa ülkelerinin ekonomik politikalarını övüyor ve canlanmada reformların önemli payı olduğunu duyuruyor. Hemen ardından da reformların kararlılıkla sürdürülmesini tavsiye ediyor.

Globalleşme çağında rekabet haliyle artıyor. Çaresi maliyetleri düşürmek. Almanya’da herkes ücret maliyetleriyle sosyal sigorta primlerinin azalması gerektiğini, yani reformlara yenilerinin eklenmesi gerektiğini söylüyor. Eski Para Fonu Başkanı ve Almanya’nın yeni Cumhurbaşkanı Horst Köhler de ‘tek çare reform’ diyor ve ‘Reformlara makul alternatif göremiyorum” diyor. Başbakan Schröder de aynı görüşte:

“Sosyal devletin yapısını değiştirmekten başka çare olmadığına tam kanaat getirdim.”

Amerikalılar alternatifsizliği seviyor

Alternatifsizlik Amerikalılar’ın da çok tuttukları bir kelime ‘there is no alternative’ deyimi o kadar yaygın ki kelimelerin baş harflerini birleştirip sadece TİNA diyorlar. Sosyal devlet yapısı ağır bastığı için kaybedecek çok şeyi olan bütün ülkeler TİNA’dan, yani ekonomik faaliyet yeri olmanın alternatifsiz rekabetinden korkuyor. Ekonomik hayatı piyasa mekanizmasına emanet eden ABD de uluslararası rekabetten ağzı en çok yananlar arasında. Amerikan imalat sanayiinde en az üç milyonluk istihdam kaybedildiği ve özellikle Çin’de üretilen ucuz malların rekabeti yüzünden bir milyon Amerikalı’nın işsiz kaldığı belirtiliyor. Tekstilci Bob Miller yerli şirketlerin rekabet şansının kalmadığını söylüyor:

“Çinliler’le yaptığımız fiyat rekabeti kanımızı kuruttu. Çin’deki fabrika işçisi ayda en fazla 100 dolar kazanıyor. Biz ise Amerikalı işçiye saatte 12 dolar ödemek zorundayız.”

Güncel politikaya alternatif olmadığı iddiasını kısmen de olsa yalanlamak mümkündür. Alternatif yaratmakta politikacıların üstüne yoktur. Çare kalmadığı sanıldığı anda ortaya atılan orjinal fikirler insanı hayrete düşürür.

Örneğin, Aventis. Fransız Alman ortaklığı olan Aventis ilaç sanayii Fransız rakibi Sanofi’den teklif aldı. Aventis teklifi geri çevirince hisse senetleri değer kazanmaya başladı. Bunun üzerine İsviçre’nin Novartis tröstü Aventis ile ilgilenmeye başladı. Herkes,’kim daha fazla verirse Aventis’i o alır’ diyordu. Alternatifsiz olduğu söylenen kapitalizmin kurallarına göre öyle olması da gerekirdi. Ama Fransa’nın milli kapitalizm düşüncesi ağır bastı. Paris hükümeti Fransa’nın milli menfaatleri icabı Aventis’i almaları gerektiğini duyurdu. Fransa’nın ali menfaatleri arasında her sanayi branşında en az bir dünya devine sahip olmak ta var. İsviçre şirketi Fransa hükümetiyle başa çıkamayacağını düşünerek teklifini geri aldı. Sanofi 55 milyar euroya Aventis’in sahibi oldu.

Schröder hükümeti, Aventis’in Almanya personelinin işsiz kalmayacağını duyurduysa da Fransızlar’ın işine karışmamayı tercih etti.

Fransa'nın sanayi politikası

Fransız ekonomist Elie Cohen’e göre Fransa’nın sanayi politikası ancak bu ülkenin kültürel özellikleriyle izah edilebilirdi:

“Fark, bazı hükümetler ekonomik hayata müdahaleyi zul sayarken, diğerlerinin bundan gurur duymalarından kaynaklanıyor. Fransızlar devletlerini severler ve her fırsatta devleti yardıma çağırırlar.”

Tarım sübvansiyonları

Bir örnek daha: tarım sübvansiyonları. Sanayi ülkeleri tarım ürünleri ticaretinin liberalleştirilmesine, sadece kendi çıkarlarına uygun düşmesi şartıyla yanaşıyorlar. Ama 2004’ün, dünya tarımcılığındaki dönüm yılı olarak tarihe geçmesi mümkün. BM Genel sekreteri Kofi Annan Davos’taki Dünya Ekonomik Forumu’nda şöyle sesleniyordu:

“Tarım sübvansiyonları piyasayı çarpıtıyor. Çevrdeye zarar veriyor, Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin ihracatını zorlaştırıyor, onları gelir kaybına uğratıp daha fazla dışarıya bağımlı kılıyor. Hepimizin selameti ve sistemin inandırıcılığı için tarım sübvansiyonlarının kaldırılması gerekir.”

Washington'a darbe

Dünya Ticaret Teşkilatı’nın, yerli pamuk üreticisine yoğun sübvansiyon ödeyen Washington yönetiminin dünya ticaret kurallarını ihlal ettiğine hükmetmesi kalkınma halindeki ülkeler açısından küçük bir zafer anlamına geliyordu. Zengin ülkelerin tarım ürünlerinin sübvansiyone edilmesi, bu ürünü çok daha ucuza maleden fakir dünya ülkelerini rekabet şansından mahrum ediyor. Üçüncü Dünya’ya bu yoldan verdirilen zarar, toplam kalkınma yardımlarını aşıyor. ABD ve AB’nin tarım ürünlerine uygulanan ihracat sübvansiyonlarının kaldırılması yolunda vardıkları anlaşma önemli bir adımdı. Ancak ihracat sübvansiyonları tarımcılığa yapılan yardımların çok küçük bir bölümünü oluşturuyor. Kalkınma halindeki ülkeler açısından fırsat eşitliğinin sağlandığı söylenemez.

Euro istikrar paktı

Alternatifsizmiş gibi görünen durumlardan sıyrılmada gösterilen yaratıcılığa bir diğer örnek te euro istikrar paktı. İstikrar paktı, ek borçlanmanın, toplam ekonomik verimin yüzde üçünü aşmamasını şart koşuyor. Yüzde üçü aşmama ilkesinin alternatifi olmadığı uzun süre dillerden düşmedi. Ama istikrar paktı ihlal edilmekten kurtulamadı. Fransa ve Almanya’nın üstüste üçüncü kez istikrar kriterlerini tutturamayacakları daha yılın başlarında belli olmuştu. Ama Avrupa’nın iki ekonomik devi siyasi ağırlıklarını kullanarak ceza almaktan kurtuldular. Birlik Komisyonu’nun sorumlu üyesi Pedro Solbes’in sözcüsü konuyu Avrupa Adalet Divanı’na götürmelerini şöyle gerekçelendiriyordu:

“Bunu yapmak zorundaydık. Anlaşmaların ihlal edilmesi ya da ileriye dönük prosedürlere açıklık kazandırılması gerektiğinde müdahalede bulunmak Komisyon’un asli görevlerindendir.”

Karar yaz aylarında açıklandı

Maliye Bakanları Konseyi’nin, Almanya ve Fransa hakkında aşırı borçlanmadan dolayı işlem başlatılmaması şeklindeki kararı Adalet Divanı tarafından Birlik hukukuna aykırı bulundu. Almanya Maliye Bakanı Hans Eichel haksızlığa uğratıldıklarını söylüyordu:

“İstikrar paktına karşı değiliz ve paktı hiçbir zaman tartışma konusu etmedik. Önemli olan, içinde bulunulan konjonktürel durumda istikrar kurrallarının nasıl uygulanması gerektiğidir.”

Euro bölgesindeki istikrar kriterlerinin esnekleştirilmesi bir kez daha gündeme gelmiş oldu. Ama Sonbahar aylarında yaşanan şok bu tartışmayı gölgede bıraktı. Yunanistan euro bölgesine girebilmek için bütçesini tahrif edip Komisyon’u kandırmıştı. Yıl sonlarına doğru İtalya da hilekarlık şaibesi altına girdi.

Euro bölgesi, kural tanımayan üç kağıtçıların kulübü mü olmuştu? En azından bir grup ülke alternatifsiz politikalar masalına kulak asmadığını göstermişti.

Euro-dolar paritesi

2004, euro-dolar paritesinin çarpıldığı yıl oldu. Yıl sonlarına doğru euro 1 dolar 34 cent’ten işlem görüyordu. Euro ülkelerinin ihraç malları dünya pazarlarında pahalanırken doların ucuzlaması ABD’nin ihracatını kolaylaştırıyordu. Almanya Başbakanı Gerhard Schröder nedenlere ve çözüm yollarına teşhis koymakta zorlanmıyordu:

“Euro-dolar paritesi çığrından çıktı. Nedenleri de belli. ABD’nin bütçe ve ödemeler dengesinde verdiği açığın astronomik boyutlara varması. Ortaklık bu gidişat karşısında harekete geçmek demektir. Avrupa’dan yapısal reformlar talep edip, kendi ekonomik zaruretlerini ihmal etmek olmaz.”

ABD’nin cari açığını Asya ülkeleri finanse ediyor. Çin ve Japonya Amerikan hazine bonolarını piyasadan toplayarak kendi paralarının değer kazanmasını önlüyorlar. Çin günümüzde ABD’nin en büyük alacaklısı. Ama Çin parası ile dolar arasındaki parite değişmiyor. Vaşington, Pekin yönetimini yüan’ın kurunu suni olarak düşük tutmakla suçluyor.

Ana faiz oranı yükseltildi

Amerikan Merkez Bankası enflasyon tehlikesini önleyip dolara değer kazandırtabilmek için ana faiz oranını yükseltmeye başladı. Ancak bu kez de artan faizlerin ekonomik büyümeyi frinleyip bütün dünya ekonomisini uçuruma sürükleme tehlikesi peydah oldu.

Amerikalı ekonomist David Wessel gidişata dur deme zamanının geldiğini, aksi takdirde doların dünya rezerv birimi olma özelliğini euro’ya kaptıracağını söylüyor:

“OPEC’in günün birinde varil fiyatını dolar yerine euro ya da karma birim şeklinde saptayacağını, Çin merkez Bankası’nın da dolar rezervini euro’ya çevireceğini söyleyenler artıyor. Böyle bir şey Amerika’yı sarsar. Çünkü şimdiye kadar doların global para birimi olmasından çok yarar sağladık.”

Daha o günler gelmedi. Ama Amerikan para biriminin alternatifsiz döviz olmadığını da artık kimse söyleyemez. Rekor düzeydeki petrol fiyatı tabii yine dünyanın ham madde yoksulu fakir ülkelerini vurdu. Zengin sanayi ülkeleri bir türlü alacaklarını kısmen hibeye dönüştürmeye yanaşmıyorlar. Bu gibi kararlar siyasi önceliklere göre ya da siyasi baskı yüzünden alınıyor. ABD savaşta yerle bir ettiği Irak’ın yeniden imarına katkıda bulunmak amacıyla alacaklı olduğu paranın yüzde 80’ini bağışladı. Mutlaka hatırlarsınız. Bu savaşın da sözde hiç alternatifi yoktu.