1. İçeriğe git
  2. Ana menüye git
  3. DW'nin diğer sayfalarına git

Misafir işçiler "misafir" kalmadı

Rainer Sollich / DW20 Aralık 2005

Almanya’ya iş gücü olarak ilk gelen yabancılar, 50 yıl önce Almanya ve İtalya arasında imzalanan anlaşmanın ardından, İtalyanlar olmuştu. Ardından Türkler ve diğer yabancılar geldi. Bir zamanlar misafir işçi diye getirilenler, misafir olarak kalmadılar. DW’den Rainer Sollich’in haberi...

https://p.dw.com/p/AZrz

“Almanya ilk iş gücü alımı anlaşmasının imzalandığı 50 yıl önce, aynı Almanya değildi. Nazi hakimiyeti ve savaş, yaklaşık 10 yıl geride kalmıştı sadece. Ülke ikiye bölünmüş ve Batı Almanya, Amerikalılar’ın desteğiyle örnek bir ekonomik atılım içerisindeyken, işsizlik söz konusu bile değildi.

Hatta aksine, “ekonomik mucize”yi yaşayan ülke, bünyesinde özellikle de maden ocakları, sanayii ve tarım gibi sektörlerde çalıştıracağı iş gücüne ihtiyaç duyuyordu. Buna bir çözüm bulmak için dışarıdan işçi alınmasına karar verildi. İlk adım, kutlamalar eşliğinde Roma’da, 20 Aralık 1955’te İtalya ile imzalanan iş gücü alımı anlaşmasıyla atıldı.

Ancak iş gücüne olan yoğun ihtiyaç sadece tek bir anlaşmayla giderilemedi ve akabinde diğer ülkelerle imzalanan anlaşmalar geldi. 1960 yılında Yunanistan ve İspanya, daha sonra da Türkiye, Tunus, Fas, Portekiz ve Yugoslavya ile iş gücü alımı anlaşmaları yapıldı. Ülkeye büyük bir göç dalgası başlamış ve 1964 yılında Köln tren istasyonu bando takımı eşliğinde, ekonomiye olan katkılarından dolayı verilen sembolik bir hediyeyle 1 milyonuncu yabancı işçi ağırlanmıştı.

Aradan geçen 50 yıllık süre içerisinde yabancıların ülke ekonomisine olan olumlu katkılarının altını bir kez daha çizmekte fayda var. Misafir işçiler, gerçekten de hiç de azımsanmayacak şekilde ortaya koydukları özellikle fiziksel efor gerektiren işlerdeki gayretli çalışmalarıyla, ekonomik mucizeye büyük katkılarda bulundu. Hem de günlük yaşantılarında hak ettikleri saygıyı çoğu zaman alamamalarına rağmen.

İlk iş gücü alımı anlaşmasından 50 yıl sonra, o dönemde başlayan göçün günümüze dek süren toplumsal etkilerini de gözardı etmemek gerekir. Öyle ki, o zamanlar tahmin edilenin aksine, sadece iş gücü olarak getirilen insanlar zaman içinde ülkelerine geri dönmediler, buralara yerleştiler.

Çoğu, Almanya’da var olan yaşam şartlarının ülkelerine oranla daha iyi olmasından, kimi de buradaki işverenlerinin kendilerinin yerine başka bir eleman değişikliği yapmak istemeyişinden kaldı. Özellikle Türkler’den ailelerini getiren oldu, çocuk ve torunlarıyla burada yaşamaya başlarken aynı zamanda Almanya’daki 2 milyonu aşan sayılarıyla en kalabalık nüfusa sahip yabancı toplumunu oluşturdular.

Sadece buradaki döner ve pizza restoranlarını düşünürsek, yabancıların toplumun içine girip, kültürümüzü ne denli zenginleştirdiklerini farkına varmış oluruz. Onlar artık misafir değil, uzun zamandan beri toplumumuzun bir parçası olmuş durumdalar. Ancak tüm bu gerçekler, entegrasyon konusunun önemini ortadan kaldırmaya yetmiyor.

Özellikle de Türk kesimde örneklerini gördüğümüz iki kültür arasındaki farklar endişe veriyor. Türkler’in oturduğu gettolarda sadece ilk göçmenler değil, ikinci, üçüncü kuşakta özellikle Almanca’yı iyi bilmemelerinden kaynaklanan sıkıntılar yaşanıyor. Çoğu genç, sırf bu sebepten Alman öğrencilere oranla eğitim alanında daha az şansa sahip oluyor. Böylece ilk kuşağa kıyasla, giderek daha da küçülen iş piyasasında, bir yerlere gelebilme ümit ve şansları her geçen gün azalıp tükeniyor.

Burada iş, sadece bu çocuk ve gençlerin ebeveynleri olan ilk kuşak göçmenlere değil, politikacılara da düşüyor. Çünkü orta vadede bu göçmen çocuk ve gençlerin ve gençlerle yaşanan sorunların üstesinden gelinmeye yönelik iyileştirme ve entegrasyon programları hayata geçirilemezse, toplumsal bir çatışma potansiyeli oluşmasının önüne geçilemeyecektir.“