1. İçeriğe git
  2. Ana menüye git
  3. DW'nin diğer sayfalarına git

Türkiye AB'yle geri dönülmez bir yolda

Klaus Dahmann / DW13 Ekim 2004

Fransa Devlet Başkanı Jacques Chirac, Türkiye’nin AB üyeliği kararını halkoylamasına sunmayı tasarlarken, Alman muhafazakarlarının lideri Angela Merkel imza kampanyası düzenlenmesini öneriyor. Tüm bu adımlar, ”tabana dayalı demokrasi” ya da halkın önemli siyasi kararlara doğrudan katkısını sağlama çabası gibi de görünse hedef gerçekten bu mu? DW’den Klaus Dahmann’ın yorumu:

https://p.dw.com/p/Aa0R

"AB’de şu sıralar olanlara makul bir açıklama getirmek kolay değil. Bir yanda, artık sorun olma niteliğini çoktan yitirmiş olaylar hakkında kıran kırana tartışılırken, gerçekten önem taşıyan hayati sorunlar sadece küçük gruplarda, iki taşın arasında gündeme getiriliyor. Durum böyle olunca, AB ülkelerinden bireylerin önemli karar süreçlerine gereğince ya da hiç katılamamaktan yakınmalarına şaşmamak gerekiyor.

Bu durumun çarpıcı örnekleri şu sıralar Türkiye’nin AB üyeliği tartışmaları bağlamında yaşanıyor. Bakıyorsunuz, Alman muhafazakarlarının lideri Angela Merkel itiraz bayrağını açmış, en ön saflarda çoktan karara bağlanmış bir konuyu sil baştan gündeme getirmeye çalışıyor. Oysa, bu aşamada Türkiye’nin AB üyeliği süreci artık geri dönülmez bir noktaya varmış ve konu çoktan sadece zamana kalmış durumda.

Birlikte anımsayalım: Türkiye’nin AB üyeliğine ilişkin karar 2002 yılı sonunda Kopenhag’da verildi. Bu zirve sırasında bir başka ülkenin, Kıbrıs’ın AB üyeliğini sağlama bağlamak uğruna Türkiye’ye de üyelik sözü verildi. Ankara, Kuzey Kıbrıs yönetimini, güneyin AB yolunu tıkamaktan vazgeçirmeyi kabullenirken, bunun ödülü olarak da kendi üyelik perspektifini elde ediyordu.

Kıbrıs’ta ise AB’nin son dakikaya kadar umduğu, Rumlar’ın yanında Türkler’in de tam üyeliğe geçmesi hayalleri sürpriz biçimde Rum tarafının halkoylamasındaki tutumu nedeniyle suya düşüyordu. İşin garip yönü, AB ile Türkiye arasındaki bu alışverişle ilgili olarak ne Kopenhag Zirvesi sırası ne de sonrasında kamuoyunun önünde herhangi bir tartışmanın yaşanmamış olması.

Buna karşılık iki yıl önce karar bağlanan adımlar somutlaştıkça, bir takim çevrelerin eteklerinin tutuştuğu dikkat çekiyor. Sonuçta Komisyon’un birtakım koşullarla da olsa Türkiye hakkındaki olumlu raporundan sonra şimdi AB liderleri, 17 Aralık’ta bir sonraki adımı, yani müzakerelerin başlama tarihini karara bağlayacaklar.

Bir sorunun geç de olsa tartışılması, hiç tartışılmamasından iyidir yaklaşımıyla Almanya’da şu sıralar kopartılan fırtınaya anlayış göstermek mümkün. Fakat bu noktada kamuoyunu kandırma sevdasından da artık vazgeçilmesi gerekiyor. Şu aşamada, şimdi Türkiye’ye tam üyelik dışında bir öneriyle gitmenin, politik açıdan hiçbir anlam taşımadığı apaçık ortada. Bu nedenle acı gerçekleri bir an önce ortaya dökmenin yararı var.

Bu gerçeklerin ilki; tarım sübvansiyonlarıyla bölgesel yardımlarla ilgili. Şu sıralar AB yıllık bütçesinin %70’ini oluşturan 80 milyar euro yeni üyelerden çiftçilere ve yapısal sorunlar yaşayan bölgelere akıyor. Eğer bu böyle sürerse, AB birkaç yıl içinde, yani Türkiye’nin üyeliğinden çok daha önce iflas bayrağını çekmek durumunda kalacak.

Brüksel’den yükselen masrafların kısılması uyarılarına kulak verilse bile bu sadece iflasın biraz daha gecikmesini sağlayabilir. Asıl gerekli olan adım, yani kimsenin işine gelmeyen, sübvansiyonların kaldırılması önlemi hakkındaki tartışmalar ise yine kapalı kapıların ardında sürdürülüyor.

AB halkları, Brüksel’e kızgınlıklarının acısını son AP seçimlerine cılız katılımlarından sonra bu kez de AB Anayasası ile ilgili halkoylamasında pekala çıkartabilir. Ya sonra bir de Fransa lideri Jacques Chirac’ın niyetlendiği gibi Türkiye’nin üyeliği konusu halkların oyuna sunulursa, bundan çıkacak sonucu şu anda kimse düşünmek bile istemiyor. Anlaşılan olan yine Türkiye’ye olacak... "